BEFORE ÜÇLEMESİ : AŞK, DÜRÜSTLÜK ve GERÇEKLİK ARASINDA ÜÇ ADIM


  Before üçlemesini ilk izlediğimde 24-25 yaşlarındaydım. İlk iki filmi de atlaya atlaya izlemiş üçüncüyü de salmıştım. Aradan yıllar geçtikten sonra birkaç hafta içinde üçlemeyi izledim. Bu kez bir sahnesini bile atlamadım. Instagram ve Twitter gibi mecralarda ekran görüntüleri ve repliklerinden de bir tık sıkıldığım için açıkçası önyargılarım vardı. Filmleri izledikten sonra o tarz paylaşımlar daha anlamlı geldi benim adıma da. Bu yazı baştan aşağıya spoiler içerecek, filmleri izlemeyenlerin buradan sonra okuması çok manalı olmaz.

  Üç filmi özetleyecek olursak; Amerikalı Jesse ve Fransız Celine bir tren yolculuğunda tanışırlar. İlk andan itibaren aralarında değişik bir kimya oluşur. Jesse’nin inmesi gerektiği anda gençliğinin de verdiği duygu yoğunluğu ve dürüstlüğü ile Celine’e Viyana’da bir gün geçirmeyi teklif eder. Viyana sokaklarında yaşanılabilecek tüm cool romantizmi sonuna dek yaşarlar, konuşmaları derinleşir. Derinlik arttıkça duygu yoğunluğu da artar. Ve gerçek anlamda epik bir saçmalık yapıp birbirlerinin numaralarını almazlar. 6 ay sonra aynı tren garında buluşmak için sözleşirler. Burada saçma olan kısım Jesse için. Celine biraz da spiritüel bir tip çünkü onun bu olayı akışa bırakması çok doğal geldi bana. Aşk kaderdir, şanstır belki biraz. Fakat çoğunlukla daha çok uğraşmaktır, şansı zorlamaktır.

  İkinci filmde ise aradan yıllar geçmiş Jesse o gece yaşadıklarını kitap haline getirmiştir. Paris’te bir kitapçıda imza günü sırasında(tabi amaç burada Celine’i görüp tekrar ona iş atmak) ikilinin yolları tekrar kesişir. Yine bir günleri vardır fakat bu kez şafağa kadar vakit yoktur, güneşin batışında yolları ayrılacaktır. Aradan geçen yıllara rağmen birbirlerini görünce yakaladıkları duygu yıllar öncesi ile aynı olduğunu fark etmeleri çok zaman almaz. Jesse’nin evliliği ve çocuğu, Celine’in sevgilisi olmasına karşın bu ikili için zaman yine durmuş ve diğer her şey askıya alınmıştır artık. Değişen şeyler sadece ilişki durumları için geçerli değildir. Düşünceleri değişmiş kendilerini ve kararlarını sorgulayan iki yetişkin haline gelmişlerdir. Kaybetme korkularının mantıklarının önüne geçme oranı da bir hayli azalmıştır. Çok ucu açık bir şekilde bu film de Celine’in evinde sona eriyor. Jesse uçağa mı yetişecek Celine’e mi sarılacak sorusu 8 9 yıl aydınlamıyor.

  Serinin son filminde ise anlıyoruz ki ikinci filmin son sahnesinden sonra ikili aşka yenik düşüp özel hayatlarındaki kişileri salmış ve birlikte olmaya başlamışlardır. Çekirdek aileleri iki tatlı kızla da büyümüştür. Bu kez karşımızda aşkın en saf hali var. Mükemmel değil ama hayat kadar gerçek. Bu kez çiftimizin ilişkisi çatırdıyor ve aşk için vazgeçtikleri şeyler, kendilerinden verdikleri ödünler batmaya başlıyor. Patlama da Yunanistan tatilleri sırasında  bir otel odasında zirve yapıyor. Üç film arasında en vurucu film bu benim için. Birbirini çok seven insanlar da ayrılık noktasına gelebilir, tartışabilir ve de aşk yetersiz gelebilir insanın hayat akışı içerisinde. Sorumluluklar arttıkça bu tarz şeyleri çok doğal buluyorum ben. İş hayatında boğulan çocuklu bir kadın ve bencillik seviyesi artmış bir erkek arasında bu tarz sorunlar çok normal. Empati eksikliğinden ziyade kişiler çok fazla yük altında hissettiğinde konuşmamak ve sorundan kaçmayı daha kolay bulur. Bir nevi kaçış mekanizması bu, beynimizin bize oynadığı bir oyun. Aşk gurusu olmamakla birlikte belirli periyotlarda bu konuların konuşulması birikmesinden daha iyi tabir orası da ayrı bir olay.

   Üçleme sırasında bizi en çok etkileyen şey diyalogların tamamen doğal olması, Shakespeare metinleri gibi ağdalı bir dil ile tiyatral aşk konuşmalar geçse sanırım ben ikinci filmin 23.dakikasında serum bağlatırdım😊. Doğaçlama kısımlar olduğunu düşündüğümüz bir senaryo metni var önümüzde. Yönetmene bu soru sorulduğunda bunu reddediyor ve her şeyin senaryoda yazdığını belirtiyor, bu bana bir tık kolpa gibi gelse de inanmak durumundayız. Lokasyon seçimleri de cidden muazzam, müthiş manzaralar ve arka planlar eşliğinde cool kelamlar uçuşuyor.

  Bu üç filmin sonunda yönetmen Richard Linklater kafamıza vura vura bir şeyi anlatmak istiyor. Gerçek aşk denilen şey Romeo&Juliet tarzı değil de tam olarak böyle bir şeydir. Mükemmellik olmaz aşkın içinde, olsa da bu iniş çıkışlı bir durumdur. Her günü dört dörtlük yaşasak bir gün gelir bu mutluluk da bize batar, bu insanın doğasında olan bir şey. Aşk şarkılardaki, peri masallarındaki gibi bir şey değil. En önemlisi subjektif bir şey. Birisini bizim için doğru kişi yapabilecek şeyler tamamen bizi bağlar ve kimisi için de çok saçma olabilir. Matematiksel bir formülü yok bu işlerin. Dürüstlük ve samimiyet ise eğer aşkın formülü olsaydı sabit değişkeni olurdu kesinlikle.

 Masal gibi bir giriş Before Sunrise, bu masalı gerçekçi bir zemine taşıyan Before Sunset ve masalların da sonu olduğunu hatırlatan Before Midnight. İlk filmde koca bir gün, ikinci ve üçüncü filmde ise giderek kısalan süreler kalıyor çiftimize. Ethan Hawke bir röportajda mükemmel bir şekilde özetliyor zaten durumu. “İlk film olabilecekler hakkındaydı, ikinci film olması gereken hakkında. Before Midnight ise aslında olan hakkında.” Başrol oyuncularımız da gerçek hayatta birbirleri ile aşırı iyi anlaşamıyorlarmış bu da değişik bir ek bilgi olsun. Buna karşın yansıttıkları uyum harika.

  Bir insanla yürürken konuşabilmek kadar güzel bir şey yok, ben hayatımdaki en zevkli konuşmaları hep yürürken yapmış olabilirim. Bu film serisini bu denli sevmem de bu kısım da oldukça etkili. Çünkü yürürken konu sizin adımlarınızdan daha hızlı değişebiliyor, Deniz kıyısı bir yerde olursanız da bu hazların bittiği yere doğru uçuyor. Çünkü mavinin hem altında hem de üstünde zaman daha yavaş daha anlamlı oluyor, beyhude detaylar bütününden sıyrılan iki özgür ruh gibi.

  Before Sunrise filmi yönetmenin başından geçen bir olayın benzeri aslında. İki fark var ama film serisi ile. Birbirlerine telefonlarını vermişler, ikinci ve trajik fark da kadının bir kaza sonucu ölmesi ve yönetmenimiz de bunu yıllar sonra öğreniyor.

 Benim bu üçlemede en sevdiğim film ikinci film oldu. Sanırım sevdiğim üçlemelerde hep ikinci halka favorim oluyor. LOTR, Godfather, Star Wars serilerinde de hep ikinci filmler favorim olmuştur.

 Bu filmi aradan zaman geçip tekrar izlediğimde eminim ki başka tatlar alırım. Hayat akıp gittikçe bizde de bazı şeyler değişiyor ve değişecektir de. Tamamlanmış olmaktan korkuyoruz bazen, ama tamamlanmış olmak için de çabalıyoruz da aynı anda. Birini sevmek istiyoruz ama mesafelerden korkabiliyoruz. Uyumak isteyip de gözünün altına tuz basan insanlar topluluğu olabiliyoruz. Mükemmelliğin ve mutluluğun objektif olmayan tanımlarını yeniden yaratabilme adına nice zaman kaybediyoruz, bu çelişkiler bizi yoruyor. Kendi kurallarının içinde sıkışan ruhlar gibi olmamak adına yırtınıyoruz. Bizi kurtaracak şeyin yenilik ve saf sevgi olduğunu bilerek anın tam anlamıyla tadını çıkarabilmek tek kurtuluş bence. Ama anın tadını çıkarmak dopamin - serotonin seviyesi atmosfere uçmuş Pollyanna triplerinde de saklı değil. Üzülmeyi de kızmayı da belli dozlarda yaşayabilmek, aslında her duyguyu. Ben bunları çok başarılı yöneten biri miyim bilmiyorum ama çabam her zaman bu yönde. Çok yorucu geçmiş bir günün sonunda içtiğim kahve daha güzel olabiliyor. Aşk da hayatın bütünü gibi iniş, çıkış ve anda asılı kalan duygular.

  Dürüst, cesur ve henüz parçalanmamış ruhlar için…

Yorumlar