SHUTTER ISLAND - UYURGEZER KAYIP UMUT

 

   Dennis Lehane, Shutter Island kitabını yazarken eminim ki filme uyarlanacağını, uyarlansa da bir başyapıt olacağını tahmin edemezdi. 2009 yılında Martin Scorsese yönetmenliğinde Leonardo Di Caprio ve Mark Ruffalo’nun da döktürdüğü bu filmi ilk çıktığı gün sinemada hınca hınç dolu bir salonda izlemiştim. Sonrasında da birkaç kere daha izledim ve bu film sonundaki büyük gizemi bilseniz dahi defalarca izleyebileceğiniz bir film. Yorum yapmanın çaresizlik olabileceği, her izlediğinizde yeni bir detay fark edebileceğiniz bir başyapıt.

    Konusunu özetleyecek olursak iki polis olan Teddy Daniels ve Chuck Aule’nin, Rachel Solondo isimli akıl hastasının ortadan kaybolması üzerine tehlikeli akıl hastalarının bulunduğu bir adaya gitmesi ve başından geçen gizemli olaylar bütünü. Bu yazı baştan aşağı spoiler olacak ve filmi izlemeyen birinin okumasını gereksiz buluyorum.

  Film bu klişe dedektiflik ve gizem hikayesinden çok daha fazlası elbette. Teddy’nin başından beri aradığı şey Rachel Solando değil aslında, kaçtığı geçmişi ve onu eriten tüketen acısının zihninde yarattığı psikolojik yaralar bütünü. Teddy’nin gerçek adı Andrew ve kendisi İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusunda bulunmuş bir asker. Savaşın yıkıcı etkisinden fiziken sağ çıkmış ama ruhu ölmüş birisi. Döndüğünde adli polis memuru olarak görev yapan alkolik birisi. Karısı Dolares ve 3 çocuğu ile oturdukları evi akıl hastası olan eşi yaktıktan sonra bir göl evine taşınmışlar. Andrew kendi sorunlarından mı yoksa eşine olan sevgisinden mi bilinmez bu akıl hastalığını görmezden gelir. Bir gün eve döndüğünde eşine çocuklarını sorar ve sosyopat bir gülüş eşliğinde çocukların okulda oldukları cevabını alır. Günlerden cumartesidir ve endişe eşliğinde göle koşar, tüm çocuklarının anneleri tarafından boğulduklarını fark edince Andrew de eşini öldürür. Hapis cezası ise Andrew’ın da akli denge kaybından ötürü akıl hastanesine sevk edilmesine dönüşür. Bulunduğu yerde ise çevredeki mahkumlara/hastalara verdiği zararlardan ötürü tehlikeli hastaların bulunduğu bir koğuşa yollanır ve 2 yıl boyunca orada kalır. Karısının hastalığını kabul etmediği için çocuklarının ölümünde direkt sorumlu kendisidir ve bu suçluluk onu akıl oyunları kurmaya iter. Bir insan acıdan delirdiğinde insanları onun acısını görebilmesi imkansızdır elbette. Andrew da çevresindekiler onun kurduğu oyuna inanmadıkça etrafına ciddi zararlar vermeye başlar. Hastane yönetimi Andrew için umudun kalmadığını ve onu yaşayan bir sebzeye çevirecek lobotomi işleminin şart olduğunu düşünmeye başlar. Lobotomi o yıllarda uygulanan bir tedavi şekliydi ne yazık ki.

   Ben Kingsley’in canlandırdığı Dr. Cawley  ise Andrew’e son bir şans daha verip içinde tüm hastanenin olduğu bir tiyatro hazırlar. 3 çocuğunu suda boğarak öldüren Rachel, tehlikeli hastalar koğuşunda olan evini kundakladığı hikayesinde olduğuna inandığı kundakçı ve nice detay hepsi Andrew’ın aklının labirentindeki kıvrımlar. Onun kurduğu oyuna hastanedekilerin ufak dokunuşları ile gerçek bir akıl oyunun içinde buluyoruz kendimizi.

 

Filmde hoşuma giden birçok detay var, sıralamak gerekirse;

*Gustav Klimt’in ünlü  The Kiss tablosunun birebir sahnelenmiş halini görmek güzel oldu.

*Mitolojik iskandinav hikayelerinde Huldra olarak adlandırılan ve erkekleri evlenmek amacıyla baştan çıkaran bir cadı/orman perisi vardır. Erkekler onu üzer ya da şiddet gösterirse Huldra form değiştirip çirkinleşerek kendince intikamını alır. Filmde de aklını yitiren Teddy/Andrew’den Dolores’in bu şekilde intikam aldığı şeklinde okunabilir.

 

*İçinde ateş yer alan sahneler Andrew'un halüsinasyonları, bunun dışında kalanlar gerçekleri sahneliyor. Mağaradaki doktor ile konuşma, Laeddis ile konuşma ve bunun gibi örnekler bunun küçük kanıtları olarak gösterilebilir.

*Filmde anagram kullanımları da baya başarılı. Shutter Island da “truths and lies", ve "truths/denials" gibi anagramları mevcut. Bunu reddit forumlarında okudum ilginç bulduğum bir detay.

*Hastaneye giderken gördükleri tabela üzerindeki yazıyı Medfield hastanesinin mezarlığında görüp alıntılamışlar.


"Which would be worse to live as a monster or to die as a good man?" kısmı bildiğim kadarıyla kitapta bu kadar vurucu değil ve diyaloglar daha farklı. Burası kısmen yoruma açık olsa da bana kalırsa çok da yoruma açık değil. Söylediği bu cümle ile çocuklarının ölümünden kendini sorumlu tuttuğunu anlıyoruz. Uydurduğu hikayeler, döngüye giren sanrılarının arkasına sığınsa da bu suçlulukla baş edemiyor. Gerçekten iyileşti ve artık bu hikayeleri kuramayacağını fark etti. Bu gerçekle yaşamaktansa yürüyen bir ölü gibi yaşamayı tercih etti. Filmi efsane yapan şeylerin başında da bu kısım geliyor. Üstüne uzun uzun düşünülüp, sadece bu cümle üzerinden bile sayfalarca yazılabilir. Bu sahnede Mark Ruffalo’nun bakışları da yüzlerce kelimeye bedel.

Shutter Island yılda minimum bir kere izlenmesi gereken bir film, dublajının da harika olduğu nadir filmlerden.

 On binlerce insan her gün aşkı tanımladıklarını düşünüyor, yüz binlercesi ölümlerinin hayalini kuruyor, milyonlarcası hayatın anlamını ararken kayboluyor. Bu bir çember gibi her noktadan yeniden başlıyor ama asla bitmiyor. 

  Kendinden kaçarken kaybolmayan ruhlar için..


Yorumlar