Suratsız ve huysuz bir tarih öğretmeninin (Paul Giamatti), okul tatilinde gidecek yeri olmayan bir sorunlu öğrencinin (Dominic Sessa) ve acılara dalmış çıkmış bir geçmişi olan okulun aşçısının (Da’Vine Joy Randolph) tatil boyunca okulda kalmalarını anlatan bir film The Holdovers. Hüzünlü ve eğlenceli bir yılbaşı filmi. Güldüren, gözleri dolduran ama en sonunda da güzel bir his bırakan bir film olmuş. Tuz kıvamı mükemmel olan bir yaz yemeği gibi de diyebiliriz.
Filmimizin üç ana
karakteri de dibine kadar keder ve acının pençesinde. Hepimizin hayatında daha
önce karşısına çıkan sıradan insanlar. Sorunlu ergen, kıl hoca ve tatlı-huysuz
okul çalışanı abla. Bu sebeple de izlerken empati yapmamak imkânsız. Bu üçlü
birbirini tanıdıkça şaşırıyoruz ve onlar da birbirlerine şaşırıp ön yargılarını
kırıyor. Kampüste geçen zorunlu tatilleri karakter gelişimlerinin temelinde
farklı bir noktaya geliyor. Kalbimdeki Aragorn, Legolas ve Gimli üçlüsünün
tahtını epey bir sarstıklarını da belirtmeden geçemeyeceğim.
Belli noktalarını tahmin etmek zor olmasa da şaşırdığımız anları da var filmin. Klişe kısımlarında ise asla şikayetçi olmuyoruz. Çünkü iyi klişe süper bir şeydir. Zaman her şeyin ilacı olsa da bu ekibin bize vura vura gösterdiği bir şey var. İç dünyamızda ne yaşarsak bunun izleri istemsiz dışarı yansıyor ve gölgemizi şekillendiriyor. Dışardan umursamaz gözüken biri yeri geldiğinde en umursayan en düşünceli insan da çıkabilir. Bunu görmek çoğu zaman zordur tabi o kişinin o duvarı kendi kırması lazım, açık iletişim bu sebeple çok önemli, keşke zamanı geldiğinde gerekenleri söyleyebilsek. Dünya bir tık daha yaşanabilir olurdu. Paul, Angus ve Mary duvarlarının ardında iletişim kurmaya başladığında da her şey değişiyor tabi ki.
ANGUS TULLY
Tully sorunlu bir
genç. Babası akıl hastanesine yatırılana dek harika olan hayatı bunun
sonrasında ise tepetaklak olmuş ve bununla başa çıkmanın tek yolunun hırçınlık
olduğunu düşünüyor, atılmadığı okul kalmamış ve bir kere daha atılırsa soluğu
askeri okulda alacak. Tam olarak Kavinsky’nin Nightcall şarkısında “I'm giving
you a night call to tell you how I feel” kısmında gözleri dolan ya da Röyksopp – Something in My Heart’ın “You are
what I can't feel” kısmında karadut – vişneli kokteylini /negronisini kafaya
diktikten sonra sigarasını tek nefeste yarıya indiren ve de derin düşüncelere
korkusuzca sürüklenen bir tip gibi. Ya da Instant Crush dinlerken “ But I never
really know where to go. So I chained myself to a friend” kısmında Julian
Casablancas gibi rollere girmesi muhtemel bir arkadaş. Termodinamiğin üçüncü
yasasından sıkılıyor, birinci yasasından ise nefret ediyordu.
Anlatmadıklarını,
anlatamadıklarını, ağzından çıkamadan yuttuklarını dış dünyaya şiddet, hiddet
ve tarif edilemez bir hüzün olarak yansıtıyor, o yaşlarda olabilecek bir kaçış
mekanizması. Yaştan da bağımsız olabilecek bir şey tabi, her insanın sorunları ile
baş etme yolu başka, kendini oyalamanın binlerce yolu var kendinden kaçmanın
sanırım yok. Çünkü hiçbir zaman bitmez, hiçbir zaman gitmez, başka bir yerde,
başka bir zamanda, başka bir şekilde içindeki umut ve sevilme ihtiyacı bitmez,
kimi ne kadar sevdiğini ve özlediğini kimseler bilmez. Tully’nin aile özlemi
tam olarak böyle.
Takside unutulan ev
anahtarı gibi değil de hediye edilen kitabın arasına konulan not olmak istiyor
Tully. Dişlerini sıkarak ve Clubber Lang(Rocky 3 teki sayko villain) gibi çatık
kaşları ile çevresine ördüğü duvarı ise başka bir sorunlu olan Bay Hunham
yıkıyor. Ama ona iyi geliyor diye aralarındaki ilişkiyi zorlamıyor da oluruna
bırakıyor. Bazen zorlamamak lazım bırakmak lazım çünkü, aradan yıllar geçse de
o 2 3 günü hep özlem ve iyi niyetle anacak iki taraf da ve bunun kadar güzel
bir şey de çok çok nadir. Beklentisiz, bol özlemli güzel, mutlu anılar. Sonuçta
bir öğretmenin ilgisi, bir öğrencinin hayata tutunması için en basit ama en
güçlü şey olabilir. Çünkü bazen birinin sadece "orada" olması
yeterlidir. Tabi adamı çığırından da çıkarttığı baya zaman da oluyor ama bunu
da yaşına verelim diyelim bu konu kapansın :)
Kır duvarlarını
artık. İçini açmanın zamanı gelmedi mi Tully?
Paul, dışarıdan
bakıldığında keskin hatlarla çizilmiş bir karakter gibi. Soğuk, kuralcı,
akademik bir kibirle örülü ve bir o kadar da itici. Ama aslında bu adam,
hayatla baş etmek için duvar örmeyi seçmiş. Onun yumrukları kelimelerinde.
Öğrencileriyle kurduğu mesafe, aslında kendi başarısızlıklarına tuttuğu aynadan
ibaret. Kendini cezalandırıyor, hayatı ıskaladığına inandığı için bence.
Hunham’ın Angus ile kurduğu ilişki de öyle. Planlı değil, stratejik hiç değil, spontanenin kelime anlamı gibi. Akışına bırakılmış bir duygusal çözülme. Ona iyi gelen tek şeyin, sonunda birini önemsemenin mümkün olduğuna yeniden inanmak olması ve bunu acı da olsa en sonunda anlıyor.
Yalnızlığın da zekân kadar büyükse, seni kim anlayacak ki
Hunham?
MARY LAMB
Mary, yasını soğukkanlılıkla taşıyan biri. Acısı gözlerinde değil; ellerinde, yürüyüşünde, sigarayı tuttuğu parmaklarının ucunda. Oğlunu savaşta kaybetmiş bir anne olarak, dışarıdan bakıldığında güçlü; ama içeride çökmüş mahvolmuş biri. Kendini sürekli meşgul tutması bu acıyla baş etmesi için elinden gelen tek şey belki de. Benim bu üçlü arasında da açık ara en sevdiğim de Mary reis oldu. O nasıl cool laf sokmaktır yürüyen ironi kraliçesi.
Geçmişin yükü onu öyle eziyor ki
kendisi harici herkese bir şefkat alanı kurabiliyor, sonsuz kederinden çıkıp kendini
de düşünmenin zamanı gelmedi mi Mary?
Filmde akılda kalıcı
bir sürü sahne var. Hunham’ın okul yıllarında ona kancıklık yapan eski dostunu
gördüğü sahne olsun, Hunham’ın kalbinde yeşeren aşk ihtimalinin çöküşünü
gördüğümüz sahne olsun bunlar hep çok vurucu. Mary’nin hamile kardeşine oğlunun
bebeklik eşyalarını vermesini, Tully’nin babasının aslında akıl hastanesinde
olduğu gerçeği kalbimizdeki bıçağı çeviriyor. İkisinin de aynı antidepresanı
kullandığını öğrendiğimiz sahne ise bu bıçağı bir anda olsa çıkaran anlardan.
Ama birkaç sahne var ki onlar bambaşka;
*Sokak lambalarının altında arabada Hunham ve Tully’nin
birbiri ile ilk kez bağ kurduğu an. Birbirini yargılamadan kalplerine
dokundukları çok tatlı bir an. İki terk edilmiş kayıp ruh birbirini anlamayacak
da ne olacaktı zaten. Aynı sessizliğe ve karanlığa bakan iki göz, sözler
beyhude.
* Mary'nin mutfakta sessizce bir yemek hazırlayıp ardından
sigarasını yakıp camdan dışarı bakarken gözlerinin dolduğu sahne perperişan
etti beni. Bir annenin yasını bağırmadan, etmeden göstermesinin en sade örneği.
Ne duygusal müzik var ne de büyük diyaloglar, ama biz Mary’nin acısını
olabilecek en net şekilde görebiliyoruz. İçine içine ağlamak, burnunun ucunun
sızlaması, yazması bile zor.
* Ve gelelim benim için en vurucu sahneye. Hunham’ın
geçmişte kendine tanınmayan şansı Tully’ye tanıması ve onun hayatının
mahvolmasını önlemesi. Biliyoruz ki bu çocuk kırılma noktasında ortası yok,
çizgiyi geçtiği anda hayatı felakete sürüklenecek. Ve finalinde de sarılmadan
vedalaşıyorlar. Burada fiziken sarılmak yok ama filmin en büyük kucaklaşması ve
sarılması var. Kimseye ve hiçbir yere ait olmayan, olamayan iki kişinin sessiz
sevgi ve minnet gösterisi. Bir daha izler miyim bu filmi bilemesem de o an yine
sanırım bir süreliğine sessizliğe düşeceğim. Hüzünlü tebessüm dedikleri şey
olacak yüzümde.
Beklentisiz ama
içten, acıyı drama çevirmeden anlatan bir film The Holdovers. Karakterlerin her
biri yitik, ama aralarındaki bağ yitikliğin yanından bile geçmiyor. Bazı
filmler izlenmek için değil, hissedilmek için yapılır bu da onlardan biri.
Uyumak geçişe sarılmaksa, bu film de umuda sarılmak gibi. Birini gerçek anlamda
sevebilmenin yolu kendimizi sevebilmekten geçer, sonu beklediğimiz gibi bitmese
de kurulan bağlar ve o saf sevgi hep bir yerde kalır, bir daha görüşmek,
görüşmemek ya da iletişimin kopması bir şeyi değiştirmez. Hunham da ilk
benzinlikte durup suyu açıp ağlamadıysa bir şey bilmiyorum.
Üzücü ama zorunlu olan vedalarımız için..
Yorumlar
Yorum Gönder