Film, başarılı ressam Marianne’in izole bir adada yaşayan
Héloïse’nin portresini yapma sürecini anlatıyor. Héloïse istekli
olmadığı-olamadığı bir evliliğe zorlanmakta olan genç ve güzel bir kadın. O
dönemin ataerkil toplumunun dayattığı baskılarla uğraşıyor. Damat adayı,
evlilikten önce onu görmek istediği için portresinin yapılması isteniyor. Héloïse
sürece karşı. Bu yüzden Marianne portreyi gizlice yapmak zorunda kalıyor. Bu,
görücü usulü değil; ailenin verdiği bir karar evliliği. O dönemlerde gelinler
evde kalamaz, böyle de saçma bir yapı hakim dünyaya. Héloïse’nin ablası intihar
etmeseydi gelin o olacakmış bunu da sonradan öğreniyoruz. Ama aile bu duruma
rağmen olayı pek sallamamış olacak ki hala evlilik işlerine devam ediyor. Evde
bu ikili dışında bir de hizmetçi Sophie var. Annesi gidince üç kadın arasında
sınıf farkı ortadan kalkıyor. Kontes’in adı bile anılmıyor ama düzeni ve
otoriteyi simgeliyor.
Marianne, Helöise’
e dost gibi yaklaşıp aklında kalanları geceleri tuvale dökmeye başlıyor. Ona
dost gibi yaklaştıkça Helöise açılmaya başlıyor ve aralarında kıvılcımlar
yavaştan oluşuyor. Bulundukları ada da ikili için güvenli ve sakin bir alan.
Her geçen gün birbirlerine daha yakın oluyorlar. Aşk geçebilir, ama tanınmak ve
anlaşılma hissi kalıcıdır. İşte bu hissin parçaları ilmek ilmek bu adanın
sakinliğinde işleniyor.
Bu üçlüyü kısaca analiz etmek gerekirse;
Marianne gözleyen ve
aşkla değişen bir kadın, değişmekten ziyade başkaldıran da diyebiliriz. Kontrollü
ve mesafeli; kendi duvarlarını örmüş biri. Daha önceki ilişkilerinde karşı
tarafa duygusal tatmin verememiş olması kuvvetle muhtemel. Babasının işini
devam ettirmiş ama içindeki sesi asla bastırmamış. Sanatla gerçeklik arasında
sıkışan bir ruh adeta. Birine karşı ilk kez böyle duygular taşıyor, bu onu
değiştiriyor ve yumuşamasına sebep oluyor. Aşkı büyüdükçe artık çizmek için
bakmakla kalmıyor, hissediyor da. Bundan sonra çizdikleri sadece resim değil
özlem olacak hayatı boyunca. O an, o duygu, o anki kendi. Zaten hepimiz öyle
değil miyiz? Birini ya da bir durumdan çok anki kendimizi yeniden bulmaya
çalışırız.
Héloïse de aşktan
önce soğuk ve içe dönük bir gözlemci gibiydi. Konuşmaktan ziyade bakışları ile
iletişim halinde kalmayı seven biri. Marianne ile ilk gecelerinden sonra
hayatında ilk kez özgür hissettiğini fark ediyor. Bu aşk onun için devrim
niteliğinde. Hayatı boyunca kontrol edilmenin verdiği o ağırlık bir kez sevince
buhar oluyor. En derinlerden hissetmek onun için aynı zamanda yaşamayı çok
istemek demek. İlk kez kendisi oluyor.
Sophie ilk bakışta bir yan karakter gibi görünse de filmin
en çarpıcı sessizliğinin sebebi. Kürtaj sahnesinde içinde bulunduğu sınıfın ve
cinsiyetin yükünü taşıyan bu sakin kızcağız film boyunca klasik hizmetçi
klişelerinden uzak biri olarak yansıtılıyor. Sistemin faturasını en çok o
ödüyor. Acıyla olgunlaşan bir köprü gibidir Héloïse ve Marianne arasındaki. Sophie,
aralarındaki acıyla örülmüş bağı kuran kişidir.
Üçü de erkeklerin
yokluğunda kendi dünyalarını yaratıyorlar. Marianne’in babasını görmüyoruz o
sadece bir imza. Héloïse’in evleneceği
kişiyi de görmüyoruz o sadece bir sınıfsal sembol. Sophie’yi hamile bırakan
kişi de ortada gözükmüyor o da sadece birkaç spermden ibaret bizim için. Filmdeki
erkekler yalnızca arka plan detaylarıdır. Yönetmen bu seçimleri ile filmi de
etkileyici kılmış bence, odağımız asla dağılmıyor bu sayede.
Marianne diğer
ikisine kıyasla daha tecrübeli, erkek egemen toplumda bir şekilde başarabilmiş
birisi. Babasının imzasını kullanmayı bile kendine yediremiyor da filmin vurucu
finalinde kendini ön plana atıyor artık. İkisini de olgunlaştırıyor,
yetişkinliğe adım attırıyor. Sophie kürtaj olurken Héloïse bambaşka duygular
içine giriyor.
Bu filmin temelinde
benim de çok sevdiğim bir mit olan Orpheus ve Eurydice miti var. Üç kadının
birlikte yemek yiyip şarap yudumladığı bir akşam Héloïse bu hikayeyi onlara
okur. Üçünün de farklı bir görüşü vardır. Bu mitolojik trajedi de özetle
şöyledir. “Efsaneye göre Eurydice ayağını sokan bir yılan tarafından
öldürülür ve ölüler diyarı olan Hades’e gider. Eurydice’nin ölümü ile başa
çıkamayan kocası Orpheus, Hades’e inip onu geri hayata döndürmek ister. Üstelik
lirini çalarak tüm kapıları açtırır Orpheus. Hades’e kadar ulaşıp Eurydice’yi
geri ister. Hades, Orpheus’un müziğinde aşkının gücünü hissettiği için ona
karısını geri vermeyi kabul eder. Ne var ki bir şartı vardır. Yeryüzüne çıkana
kadar arkasından onu takip eden eşinin yüzüne dönüp bakmayacaktır. Orpheus, son
ana kadar bu sözünü tutsa da son anda dönüp sevgilisine bakar. İşte o an
Eurydice artık tamamen Hades’e hapsolur.” Marianne, Orpheus’un aşıkların değil de
şairlerin yolunu seçtiğini söyler. Héloïse’ e göre ise belki de Orpheus’a
arkasını dönmesini belki de Eurydice söylemiştir. Zorunda bırakıldığı
evlilikten midir hayata bakışından mıdır bilemesek de hikâyenin finalini
kadının belirlemesini ister. Filmimizde Marianne’in Orpheus, Héloïse’ i ise
Eurydice olarak temsil edildiğini görüyoruz. Héloïse de ölümü seçiyor çünkü
zorunda bırakıldığı evlilik onun için ölmenin farklı bir türü sadece. Marianne
ise film boyunca defalarca Héloïse’in hayalini görür. Üzerinde gelinlik benzeri
bir elbise ile olan Héloïse’e ne zaman dönüp baksa yavaşça o hayal
kaybolmaktadır. Ve bu hayali gördüğü her an korkusu yüzünden ekrana
yansımaktadır. Marianne ve Héloïse neden birbirini bırakmıştır burası yoruma
bırakılıyor. Bunun net bir cevabı da yok, film için önemi de yok. Sonuçta
ikisini de birbirini dönüştürdüler ve “resim” tamamlandı. Marianne’in içine
sinen tek resim, duygularının zirvesinde yaptığı resimdi. Dış dünyadan ve görev
bilincinden ayrılmış saf bir duygu akıntısı ile çizilen o son tablo.
Filmin etkileyici
birkaç sahnesinden, detayından de ayrıca bahsetmem lazım. Birbirlerine anı
mahiyetinde bıraktıkları resimlerin çizildiği anlar. Marianne’in sevdiği
kadının bedenini baz alarak kendini aynada görerek çizdiği sahne ve o
yaralayıcı 28.sayfa. Hepimizin bir 28.sayfası var onu iyi muhafaza etmek gerek.
Yine Héloïse’i ilk gördüğümüz sahnede koşarak uçurumun dibine gittiği sahne,
sadece hissetmek isteyen bir kadının sessiz çığlığı gibi. Koşmak çok normal bir
eylem gibi gelse de mahrum bırakılınca değeri anlaşılan diğer şeyler gibi Ateş
sesi film boyunca eksik olmuyor; duygular alevlendikçe daha da belirginleşiyor.
Alev arttıkça duygular da artıyor gerçekte de öyle, en azından benim için
öyle. Sophie’nin kürtaj olduğu sahnede
güç almak için yanındaki bebeğin elini sıktığı kısımda da ne kadar güçlü
olduğunu görürüz. Kürtajı kendi isteğiyle yaptırır, mecburiyetten değil. Aradan
geçen yüzyıllarda halen kürtaj tartışmaları yapılması da yaşadığımız dünyanın
ne kadar boktan olduğunu bize hatırlatan bir gerçek.
En etkileyici an, yıllar sonraki
karşılaşmaları değildi bence. Beni çok
etkileyen iki sahne var. İlki birbirlerini öptüklerinde Héloïse’in gözlerinin
renginin değişmesi. Birini sevince bizdeki değişim çok güzel yansıtılmış. Herkes
sevince değişir; farkına bile varmadığı yönleri ortaya çıkar. Mucizeler
yaratmaz belki ama bu güzel küçük değişimlerdir. Bu kimisine batar orası da
ayrı bir iç hesaplaşma türü.
Diğer sahne ise o kırıcı ve yıkık veda anı. Kontes eve geldiği için doya doya sarılamamaları. Ama bu bilinçli bir seçim de olabilir. Bazı insanlar vedalar konusunda iyi olamayabiliyor. Birini sonsuza dek bırakmak çok ağır bir yük. Marianne kapıdan koşarak çıkacakken son kez Héloïse’in hayalini görüp ona baktığı an onu kaybetmesi de tabuta çakılan son çivi misali oldu. Anılar silinse de o son bakış hep kalır. Çünkü zihin unutur, ama o son an kalbe kazınır.
Heloise ve Marianne’nin aşkı çok derin ama sonu beklenen bir şey. Çaba bazen olmayacak şeyler içindir. Ben bu aşka isim takmak istesem “Uzatmalı Sputnik Sevgililer(Arkadaşlar)” diyemezdim belki çünkü tek taraflı bir çaba yoktu ama olmayacak gibiydi hep. Masallar gerçek değil, ne kadar hayal etseler de. Bu ikili için iki şarkı seçecek olsam Chris Isaak – Wicked Game ve Zeki Müren’in Ruyalarda Buluşuruz şarkıları olurdu. Vega – İz Bırakanlar Unutulmaz da olabilir bonus olarak.
Birlikte
geçirdikleri kısa zaman aslında zamanın akışını kırabilecek kadar nitelikli ve
güzeldi. Kuralların ve toplum normlarının dogmatik sıkıcılığı onları ezemedi
ama yendi diyebilirim. Anakin ile Padme’den sonra kavuşamadığına en üzüldüğüm
beyazperde çifti bu ikili oldu. İkisi de mutlu sonun olmadığını bilerek
kendilerini bu dalgalara attı bu açıdan da çok saygı duyulacak bir aşk.
Herkesin kendi hayatına bakıp sorgulaması gereken bir şey. “Aşk için sen ne
yapardın?” sorusu zihinlerde ve kalplerde yankılanacaktır film sonunda. Tek
farkla “-yapardın” yerine “-yaptın” kelimesi oluyor benim kendime sorduğum
soruda.
İstatistik mezunu
olduğumdan her şeye yüzdeyle bakıyorum istemeden. %9,99 ve üzeri bir mutlu sona
sahip bir aşk için her ama her şeyi yapabilirim sanırım, yaptım da belki
kendime göre ama bu subjektif bir şey biraz da. Bazen hiçbir şey yapmasan da
her şey olur, yapsan da hiçbir şey değişmez. Bazı şeyler, yörüngedeki Sputnik’e
dünyadan ıslık çalmak gibi. Ama istenen şeyse gökyüzünden gelen belirsiz
sinyaller değil sabit bir dünya. Tabi bazı duygular sonucunda getirebileceği
şeylere karşın yaşanmalı da sevip de kaybetmektense hiç sevmemeyi tercih eden
biri olamam ben, olmadım da. Bin kere dönsem o günlere belki 999 kere aynı şey
olacak ama yine isterdim ve benzer şeyler olurdu. Aşk bana göre ne kutsal ne de
abartılı bir şey. İnsani bir duygu, son dakika golünü atıp formayı çıkarıp
yağmur altında taraftara koşmak gibi, “onlar biri bense bir taneyim”
cümlesindeki özgüven gibi bir şey.
Birine âşık olmak ona
tapmak da değil, kendi potansiyelini ve sevgi kapasitenin birinin üzerinden
yansımasını görmek gibi. Tabi bazen ayna kırılabilir, yansımalar yanlışı
gösterebilir. Onu her daim haklı bulmak değil ama haksızken de ona destek
olabilmek. Aldığın- yaptığın küçük sevgi kazanmak-dilenmek için değil, geride
bırakabileceğin tatlı anılar bırakarak sevgini sunma şekli. Bazen iyi niyetle
yaptığımız şeyler ters tepebilir. İki kişi çok iyi arkadaş olabilir, her
konudan konuşabilir, tek gözü yaralı bir kedinin sağlam gözüne güvendiği kadar
da güvenebilir bir arkadaş olarak, bunun üzerine tek ya da çift taraflı bir aşk
duygu durumu da eklenebilir. Ama bunlar da mutlu sonu sağlamaya yetmez. Çünkü
bunun bir formülü yok varsa da ben bilmiyorum açıkçası. Zaten insanın içinden
nasıl geliyorsa öyle davranmalı, yaşanacaksa yaşanacak, olacaksa olur, ölüm yok
ya sonunda. Pek kimsenin okumadığını
bildiğim için rahatça yazmıyorum bunları bloguma, hiçbir duygum ve düşüncemden
korkmadığım ve pişmanlık duymadığım için yazabiliyorum. Buradaki yazıları
okuyan çoğu kişi(çok yakınlık kurmadığım ortalama arkadaşlarım-kişiler) epey
şaşırıyor yazdıklarıma ve beklemediklerini söylüyorlar. Olası bir Black Mirror
bölümünde başrol değiliz ki duygularımızı bakınca anlasın herkes. Ki anlamasın
da bence gerek de yok çok : ). Kendini ifade biçimi ya da dünyanın orta
yerinden gelen bir yardım çığlığı da değil sadece zevk aldığım bir şey, 10 yıl
önce burada yazdıklarımı tekrar okuyunca, o anki Bora’ya dönebiliyorum bir an
da olsa, günlük tutmanın bana göre versiyonu. Zaten anlayacak kişi sayısı,
Icardi’nin Kadıköy’de attığı gol sayısı kadar.
Tüm kırgınlık ve
kızgınlıklar romantik duygularla silinir gider elbet ama paylaşılanlar ve
bırakılan izler, arkadaşlık yapılan küçük tatlı anlar geride kalır, ben böyle
düşünüyorum. Bizden geriye ne kalıyor ki her şey sona erdiğinde. Daft Punk’ın
Touch şarkısının epik kısmı gibi.
“Hold on,if love is the answer you’re home.”
Paralel evrende
kavuşan Heloise ve Marianne ve kalbinin 28.sayfasında iz taşıyabilenler için..




Yorumlar
Yorum Gönder